Her şey biraz tanıdık, biraz fazla güvenli, biraz fazla “müşteri dostu”… Çünkü aslında hepsi aynı hikâyenin farklı versiyonları. Ve bu döngünün adı, “kültür endüstrisinin sessiz istilası.” Bazı şarkılar vardır, daha ilk saniyelerinde nereye gideceğini bilirsin. Nakarat kulağına kazınmadan önce, onun çoktan bir yerlerde çaldığını hissetmişsindir zaten. Dizilerde karakterler göz göze geldiğinde, hangisinin ihanete uğrayacağını, hangisinin sonunda ağlayacağını tahmin edebilirsin. Hatta kitap kapaklarına bakınca, içeriğini neredeyse tahmin edebildiğimiz bir dönemden geçiyoruz.
Bu kavram ilk kez Adorno ve Horkheimer tarafından 1940’lı yıllarda ortaya atıldığında, dünya bambaşka bir yerdi ama sistemin işleyişi bugünü şaşırtacak kadar benzerdi. Onlara göre kültür, insanın kendini ifade etme, dünyayı sorgulama ve yeniden kurma biçimi olmaktan çıkmıştı. Artık kültür, tıpkı bir otomobil gibi, üretim bandından çıkan bir “ürün”e dönüşmüştü. Ve bu ürün, satın alınabilir olmalıdır. Satılabilir olmanın şartı ise kolay hazmedilmek, tanıdık hissettirmek ve asla fazla rahatsız etmemekti. Böylece sanat, biricikliğini kaybetti; düşünce yerini algoritmalara bıraktı; duygular ise reytinglere.
Bugün hâlâ izlediğimiz her dizi, dinlediğimiz her şarkı, karıştırdığımız her kitap, biraz bu çarkın ürünü. Tek tip senaryolar, birbirine benzeyen karakterler, kendini tekrar eden beat’ler… Formül belli, üretim hızlı, tüketim daha da hızlı. Çünkü sistem, çeşitliliği değil; güvenliği, alışkanlığı ve tekrar eden başarıyı seviyor. Yani biz aynı şarkıyı on kere dinleyelim, on birincisi de aynı olsun ama “yeni” ambalajıyla gelsin istiyor. Ve ne yazık ki bunu çoğu zaman sorgulamadan kabul ediyoruz. Belki de bu yüzden, kültürel üretimin bizi büyülediği değil, uyuşturduğu bir çağdayız.
Aynı Hikâyenin Sonsuz Tekrarı: Kültür Endüstrisinin Sessiz İstilası
Eğlenceli olanın zararlı olması gerekmiyor. Fakat sürekli “eğlenmek zorunda” olmak hissi biraz tuhaf değil mi? Düşünmek yerine dikkat dağıtmak, hissetmek yerine hızlıca unutmak istiyoruz sanki. Oysa sanatın temel işlevlerinden biri de huzurumuzu kaçırmak değil miydi? Sarsmak, yüzleştirmek, içimizi biraz acıtmak… Oysa şimdi, her şeyin en pürüzsüz hali makbul. Ne eksik olacak, ne fazla. Sadece tam kıvamında oyalasın, bir sonraki bölüme geçmeye heves bıraksın yeter. Kültür artık içsel bir yolculuk değil, izleme listemiz kadar uzun.
Dijital çağda bu endüstri daha da görünmez ama etkisi daha da güçlü hale geldi. Sosyal medya çağında artık herkes birer yapımcı, herkes birer “içerik üreticisi.” Ama üretmek dediğimiz şey ne? Algoritmanın seveceği içerikler sunmak mı? Yoksa içimizden geleni olduğu gibi paylaşmak mı? Ne yazık ki özgünlük, çoğu zaman “erişilemez” hale geliyor; çünkü görünmek için kuralına göre oynamak gerek. Bugün pek çok kişi izlenmek, beğenilmek çabasıyla kendisi olmaktan vazgeçiyor. Tanımadığı insanlardan onay almak uğruna kendi sesinden vazgeçiyor. Kültür üretimi, bireyselliğin alanı olmaktan çıkıp kitlesel uyuma dönüşüyor.
Yine de umutsuz olmak gerekmiyor. Bu sistemin dışında nefes alan işler var. Bağımsız yönetmenler, alternatif müzik grupları, fısıltı gazetesiyle yayılan kitaplar… Kültür endüstrisinin gürültüsüne karşı küçük ama güçlü bir direnç alanı oluşuyor. Ve bu direniş bazen sadece şu soruyla başlıyor: “Ben bunu gerçekten mi seviyorum, yoksa bana önerildiği için mi?” Belki de farklı bir şarkıya, alışmadığımız bir hikâyeye kulak vermek bile bu döngüyü kırmak için bir adımdır.
Kültür endüstrisi, bize her gün aynı hikâyeyi anlatıyor. Ama biz, o hikâyeyi nasıl dinleyeceğimizi, neyi seçeceğimizi, neyi geride bırakacağımızı hâlâ kendimiz belirleyebiliriz. Çünkü gerçek kültür, bir ürün değil; bir karşılaşmadır. Ve bazen bir karşılaşma, tüm düzeni yerle bir ediyor.