Bazı toplumlarda yaşam, üretimden çok “üreme kültürü” etrafında şekillenir. İnsan sayısı, zamanla insan niteliğinin önüne geçer. Özellikle Ortadoğu ve Uzakdoğu gibi geniş tarım havzalarına sahip bölgelerde, yaşam yüzyıllar boyunca toprak ve hayvan ekseninde akmıştır. Bu bölgelerde geçim, büyük ölçüde tarım ve hayvancılığa dayanır. İşler gün doğmadan başlar, öğle saatlerinde biter. Sonrasında ise yapacak başka bir şey kalmaz. Çünkü sanayi yoktur. İhtiyaçlar yalnızca gerektiği kadar giderilir. Okula gitmek, çoğu zaman gereksizdir. Kitap, genellikle hayatın içinde yer almaz. Bu nedenle yaşam, sadece yalnızca insan bedenine indirgenir. Ve o bedenin merkezinde, durmaksızın işleyen bir çoğalma dürtüsü yer alır.
Bu kültürde insanlar, çoğunlukla gün içinde üreme fikriyle yaşarlar. Aile kurmak, çocuk sahibi olmak ve kalabalıklaşmak, adeta bir zorunluluk gibi algılanır. Ancak bu çocuklar, ne bir üretim planının ne de bir toplumsal vizyonun parçasıdır. Sadece doğar, büyür ve aynı döngüyü tekrar ederler. Bu tarz bir yaşam biçimi onlar için psikolojik çatışmanın vücut bulmuş halidir.
Bugün Endonezya’dan Hindistan’a, İran’dan Türkiye’ye kadar pek çok ülkede kalabalık nüfuslar, üretimsiz, durağan, geleneksel hayatının bir göstergesidir. Bu bireyler çoğunlukla eğitimsiz, yönsüz ve geleceksizdir. Sayıları çoktur, işlevleri az. Kalabalık yaratmış ama gelişememiş toplumların gerçeğidir bu. İnsan, bu coğrafyalarda bir birey değil; bir sayı olarak büyütülmüştür. Tarlalar kadar doğurmuş, ama gelecek kadar düşünülmemiştir.
Tarım Toplumlarında Üreme Kültürü
Geleneksel tarım toplumlarında gün, henüz güneş doğmadan başlar. Tarlaya gidilir, hayvanlara yem verilir, temel işler öğleye kadar tamamlanır. Geriye kalan saatlerse boştur. Ne üretim yapılır, ne bir fikir geliştirilir. Günün büyük kısmı, ya tembellikle ya da bekleyişle geçer. Bu toplumlarda zaman, verimli kullanılması gereken bir kaynak değildir. Zamanın değerini belirleyen şey, sadece fiziksel ihtiyaçlardır. Güneş varsa çalışmak, karanlık bastı mı yatmak. Bu rutinin dışına çıkmak, geleneksel yapının dışına çıkmak anlamına gelir.
İşler erken bitince yetişkin erkekler ya kahveye gider ya evde pinekler. Çoğu boş zamanı doldurmak için eşiyle birlikte olmayı düşünür. Bu düşünce, zamanla doğal bir ihtiyaçtan çıkar; yaşamanın bir amacı haline gelir.
Neden Üremek Ana Faaliyet Haline Geldi?
Fiziksel ihtiyaçları gidermek amacıyla kurulan cinsel birliktelik, zihin boşta kaldığında ya hayallere yönelir ya da içgüdüsel dürtülere teslim olur. Oysa tarım toplumlarında hayal kurmak cesaret gerektirir. Çünkü bu toplumlar değişimi değil, düzenin sürmesini ister. Böylece geriye yalnızca içgüdülerin yön verdiği bir yaşam kalır.
İşte tam bu noktada, üreme fikri, bireyin zihnini dolduran temel dürtü haline gelir. Çünkü bu toplumlarda düşünmek bir ayrıcalık, üremek ise herkesin erişebildiği bir “başarı”dır. Birçok erkek, bir kadını eş olarak almayı, toplumsal değerini artıran bir adım olarak görür. Bu tür coğrafyalarda kadınlar için çocuk doğurmak, hayatta var olmanın en temel kuralıdır. Kalabalık aileler, toplum içinde birer güç simgesidir. Ne kadar çok çocuğun varsa, o kadar çok saygı görürsün. Ancak bu çocuklar, eğitimle, sanatla ya da bilimle değil; sadece varlıklarıyla değer kazanır.